18 Eylül 2019 Çarşamba

Romance is a Bonus Book



Tatlı mı tatlı bir Kore dizisi. İçinde kitaplar da olunca tadından yenmez bir hal almış. Hele hele dizide kadınların giydiği kıyafetleri de görseniz bayılırsınız. Her bakımdan izlenmesi için sebepler veriyor dizi. Aşk zaten olabildiğince güzel, ee daha ne olsun.


Dizide ki sevimli çiftimiz çocukluk arkadaşı. Ama erkek aralarında ki yaş farkı sebebiyle de bir türlü kadına açılamamış. Kadın da gidip ona ilk seni seviyorum diyenle evlenmiş doğal olarak. Ama evliliği yolunda gitmemiş ve boşanmaya karar vermiş. Hiç kimseye söylemeden hayatını düzene sokmaya çalışıyor ama hamileliği döneminde uzak kaldığı iş dünyası onu bir türlü kabul etmiyor.  Hatta gizlice çocukluk arkadaşının evinde kalıyor. Sanki ona temizlik için birini bulmuş gibi yapıyor ama bütün işleri kendi hallediyor. Sonunda dayanamayıp CV de ki iş tecrübelerini silip daha vasıfsız olacağı bir işe başvuruyor. En yakın arkadaşının editör olarak çalıştığı yayınevine. Bir şekilde işe koyuluyor ama kayırma olmuş gibi sayılmasın diye birbirlerini tanıdıklarını söylemiyorlar iş yerinde. Arkadaşı onu evinde gizlice yaşarken de bulunca gel ilk maaşını alana kadar kalabilirsin diyor.


Yıllardır gizli gizli sevdiği arkadaşı ile hem iş yerinde hem de aynı evde olunca adam acayip mutlu oluyor ama bir türlü söyleyemiyor onu sevdiğini. Ta ki bir kitap kapağı tasarımcısı da kadına aşık olana kadar. Kıskançlık araya girince işler değişiyor. Hem rekabet başlıyor hem de kaybetme korkusu.

Kadın ve adam’ın aşkı zaten izlenmesi için yeteri kadar sebep veriyor ama bir de yan karakterler var. Yeni stajyerler, diğer editörler, asistanlar falan derken her karakter ayrı bir macera ile dizide yer alıyor. Ama en önemlisi yayın dünyası ve yazarlar hakkında da bazı bilgiler edinebiliyorsunuz dizide. Ben çok severek izledim vallahi kaçırmayın derim.



17 Eylül 2019 Salı

Sibel



Konuşma engelli bir kız olan Sibel insanlarla iletişimini kuş dili yani ıslıkla sağlamaktadır. Herkes gibi çay toplayıp, ev işleriyle ilgilenen birisidir ama engelli olması onu diğer genç kızlardan ayırmaktadır. Kendi kız kardeşi bile onunla iletişim kurmaz ve köyün diğer kadınlarının arasında kendince var olmaya çalışır. Sibel de köyden uzakta yalnız yaşayan bir kadını ziyaret edip ona yardımcı olarak ve kurt avı kurarak geçirir zamanını. Biraz klişe olacak ama işte köye gelen bir yabancı (Ali) Sibel’in hayat düzenini değiştiriverir. Ali kendisinin asker kaçağı olduğunu söyler ve saklanması için yardım ister. Sibel ormanda karşılaştığı Ali’nin yaralanmasına da sebep olunca onu saklayıp yardımcı olmaya karar verir.


Buraya kadar her şey biraz klişe olarak devam ediyor. Ama ara ara öyle sahneler var ki sevdiriyor kendini film. Mesela Sibel’in babasıyla beraber yolculuk yaptığı kısım da arabayı kızının kullanması ve babanın sigara yakıp kızına uzatması. Aralarında gayet iyi bir baba kız ilişkisi varken, komşuların ve küçük kızının söyledikleriyle kızına karşı tutumu gittikçe değişiyor. Özgürce sokaklar da gezebilen bir kızken bir anda babasının kızının üzerinde ki egemenliği baskınlaşıyor. Sibel toplum içinde kendince yer bulmaya da çalışıyor ama konuşamaması onun evlenememesine sebep olduğu için uğursuz olduğunun da söylenmesine sebep oluyor. Daha okulu bile bitmemiş kızların evlenmek için acele etmesi onun için yanlış bir seçim ama insanlar kıskançlığı yüzünden böyle düşündüğünü söylüyor.


Ali’nin kaçak olma sebebi film de biraz kaygılı bir tutumla karşı karşıya kalıyor. Çünkü önce asker kaçağı deniyor, sonra terörist ama bu karaktere dair net bir şey yok. Sadece Sibel’in cinsellik ile tanışmasına vesile olan biri olmaktan öteye gitmiyor. Siyasi bir şeyler söylemekten kaçındılar mı yoksa bu Sibel’in hikayesi Ali onun hayatında ancak bu kadar var mı demek istediler bilemedim. Film de babanın o genelleşmiş yapıdan kurtulmasıyla güzel bir final yaptılar ama keşke köyün kadınlarında da bir değişim olsaydı da kadının kadına uyguladığı şu baskıya da iyi bir dokunuş yapmış olsalardı.



Dix Pour Cent ( Call My Agent )



Bir Fransız dizisi ve Menajerimi Arayın gibi bir ismi olduğu için vasat gibi duruyor. Ama birçok ünlü Fransız oyuncunun konuk olarak katıldığı dizi tam anlamıyla harika bir yapım. Menajerler öyle şeyler ile uğraşıyor ki artık bu da olmaz dedirtiyorlar. Hem ajanslarını ayakta tutmaya çalışıyorlar, hem yeni yetenekler bulmak için çabalıyorlar, hem de oyuncu ve yönetmenlerin kaprisleriyle baş ediyorlar.


Bayağı ünlü oyuncular konuk oyuncu olarak geliyor diziye ve kendilerini komik durumlara düşürüyorlar. Bu dizi biz de çekilse buna cesaret edebilecek oyuncu bulamazlar. Rolünden çıkamayan bir oyuncuyu ikna etme çabaları var, öpüşmek istemeyen oyuncu var, rol arkadaşıyla kavga eden var. Mesela bir kadın oyuncuya yaşlı bulunduğu için rolü alamadığını kırmadan söylemesi gerekiyor menajerin. Sonra acaba estetik mi olsa deniyor ve olaylar karışıyor. Bir bölümde anne kız olan iki oyuncuya film teklif ediliyor ama kesinlikle beraber çalışmak istemiyorlar. İkisi de açıkça söyleyemediği için yönetmen kendilerinden vazgeçsinler diye uğraşıp duruyorlar. Bu ve buna benzer olaylar sadece işleriyle ilgili olanlar.


Tabii ki bir de özel hayatları var. Yıllar önce görüşmediği kızı ajansın da işe giren var, lezbiyen olmasına rağmen patronu ile tek gecelik ilişki yaşayıp hamile kalan var, resepsiyoniste aşık olup ünlü olması için çabalayan var. Sürekli bir çatışma halinde olan ilişkileriyle hepsi birbirinden beceriksiz bu ajans çalışanları sadece işleri söz konusu olunca bir araya geliyorlar. Ortaklıkları sürekli sekteye uğruyor ama bir şekilde yine de bir arada kalmayı başarıyorlar.


Konuk oyuncular arasında en sevdiğim bölümlerden biri hastası olduğum oyuncu Isabelle Huppert’ın yer aldığı bölüm. Çok çalışmasıyla arada dalga geçilen bölümde, aynı iki projeye birden söz vermesi ile menajerlerin ceza ödememek için oyuncuyu her iki yapımı da yetiştirmeye çalışması çok komikti. Juliette Binoche, Monica Belluci, Cecile de France gibi birbirinden iyi konuklarıyla çok güzel bir dizi.



She's Gotta Have It





Spike Lee’nin 1986 yapımı aynı ismi taşıyan filminden uyarlanan bir dizi. Siyahi bir kadın olan Nora’nın özgürce yaşamaya çalışmasının hikâyesi. Özellikle siyahi olduğunu belirttim çünkü dizinin ikinci sezonu tamamen bunun üzerine kurulu. İlk sezonda ağırlıklı olarak üç sevgilisi ile olan ilişkisi üzerinde duruluyor. Nora bir tanesi ile yetinemiyor, çünkü ne istediğini bilmiyor. Ataerkil tavırları bir adam mı, seksi bir fotoğrafçı mı, yoksa sadece eğlence için vakit ayıran komik bir adam mı?


Üç sevgilisini de bazı konularda deniyor. İlişkide ki tavırları Nora için önemli ve nasıl birisi ile olmak istediğini bulmakta yardımcı olacak. Mesela oldukça kısa şık bir elbise giyiyor ve onlarla gece dışarı çıkıyor. Biri çok seksi bulup onunla görünmekten hoşlanıyor, diğeri bacaklarının üzerine ceketini atmaya çalışıyor. Nora’nın cevabı ise şahane; etekle baş edemiyorsan bu senin sorunun, benim değil.


Nora aynı zamanda şahane bir ressam. Yaptığı resimler harika ama henüz istediği gibi keşfedilememiş. Bu yüzden geçinmek için bazı işlere giriyor. Öğretmenlik yaptığı bölümü bence izlemelisiniz. Onun eğitim anlayışı pek okullara uyacak gibi değil.


İkinci sezonda lezbiyen bir ilişki yaşıyor ve tek eşli. Ama onun ilişkiye bakış açısı ve sevgilisinin ki pek uyumlu olmuyor maalesef. Daha çok sanata yönelmeyi seçiyor Nora. Fotoğrafçılığı da denemeye başlıyor. Bu arada ilk sezonda ki sevgilileri ile de bağı kopmuş değil. Onlar yine bir şekilde hayatında ve sanatına da katkıları sürüyor. Bu arada filmin en güzel yanı bol bol sanat eseri görmek ve modern sanatın abartılan taraflarına da arada dokundurması.
Feminizm, bol bol sanat, müzik, dans ve aşklarla dolu harika bir dizi. Ben severek izledim ve netflix de dahil olmak üzere çok rahat bulabileceğiniz bir yapım. Bence kaçırmayın, özellikle hanımlar.