12 Kasım 2019 Salı

Parasite


Bir tarafta kapıcı dairesi gibi yer altında bulunan daire de yaşayan 4 kişilik çekirdek aile, diğer tarafta ellerinden geldikçe çalışanlarına iyi davranmaya çalışan zengin başka bir 4 kişilik çekirdek aile. Her iki ailenin de bir kızı ve bir oğlu var. Yaşam standartları iki ailenin her ferdinde kendini farklı gösteriyor. Geçim sıkıntısı yaşayan ailenin üyeleri ellerine geçen her fırsata ölümüne yapışan ve çabalayan insanlar. Ama zengin olan aile çocukların her türlü kaprisine göz yuman ve standartlarından ödün vermeyen insanlar. Bu iki ailenin hayatı ortaya çıkan iş imkanlarıyla kesişiyor. Fakir olan ailenin her üyesi bir şekilde diğer ailenin yanına girip çalışmak için kendi istihdamını sağlıyor. Sanki birbirleriyle tanışmıyormuş gibi; çalışan diğer kişilere asla acımayıp onları kovdurtup kendileri giriyor işe.


Zengin ailenin hiçbir üyesi saygısız yada kötü değil. Çevrelerindeki insanlara ve çalışanlarına karşı gayet kibarlar. Ama filmde de dediği gibi zenginsen iyi olmak kolaydır. Çünkü tüm o iyi niyetleri gerektiğinde çalışanları ile arasına kibirden bir duvar örüyor. İyi ama kokuyor işte böyle de bir kusuru var yine de onu kovmuyorum çünkü güvenilir birini bulmak zor dedirtecek kadar küstahlaşıyorlar. Küçümsedikleri insanlar aslında o kadar zeki tipler ki gülümseyerek geçiştirildiklerinin farkına bile varmıyor bu zengin tayfa.


Buraya kadar film komedi ve suç unsurlarını harika harmanlayıp bize kendini bayağı sevdiriyor. Fakir ailenin yaptığı sahtekarlıkları asla yanlış bulmuyoruz ve zenginlere karşı fakirleri destekleyeceğiz tabii diyerek izliyoruz. Ama hikaye sonra bambaşka bir yere kayıyor. Bu kez eve yerleşmeyi başaran ailenin yerine göz diktiği kişilerinde kendince problemleri olan insanlar olduğunu ve onlarında bu eve ihtiyacı olduğunu öğreniyoruz. Bundan sonra olaylar bu iki ailenin kapışmasına dönüşüyor hem de ölümüne. Hikaye aslında zengin fakir kıyaslaması değil, fakirlerin savaşıymış. Yönetmen resmen fakir zengin kıyaslamasında taraf tutmak kolay, peki iki fakir arasından kimi tutacaksın bakalım diyor.


Filmin bir çok harika detayı ve dikkat edilmesi gereken sahneleri var. Şahsen ben yağmur detayına bayıldım. Zenginlerin penceresinden rahat rahat izlediği yağmurun, fakirlerin nasıl kabusu olduğu çok iyi gösterilmiş. Hepsinin yüzleştiği o parti sahnesinde her şey bitseydi ben daha çok severdim büyük ihtimalle filmi. Ama yönetmen fakir ailenin durumunu sonuna kadar götürmekte ısrar etmiş. Neyse yine de güzel bir film şiddetle tavsiye ediyorum izlemenizi.


30 Ekim 2019 Çarşamba

Joker


Psikolojik rahatsızlıkları olan ve alması gereken ilaçlar için ücretsiz kliniğe giden Arthur, kendi deyimiyle tüm düşünceleri negatif olan bir adam. Annesi ile yaşıyor ve ona taktığı ‘mutlu’ lakabının hakkını vermeye çalışıyor. Kimsenin umursamadığı, sokaktan geçen gençlerin bile pislik olsun diye saldırdığı bir adam. Bu kadar olumsuz bir karakterken tek hayali annesi ile sürekli beraber izlediği ünlü komedyen Murray gibi olmak.



Ama yaşadığı şehrin de sorunlarının bir türlü bitmemesi ve yeni alınan bir kararla ilaçlarını almasını sağlayan ücretsiz kliniğin kaldırılması ile iyice tükenmeye başlar. Yeni belediye başkanı Thomas Wayne’e ulaşmaya çalışan annesinin sonunda amacını öğrenir. Hayatına dair yeni bir şeyler öğrendikçe hastalığı daha da zorlamaya başlar onu. Sonunda dayanamayıp işlediği cinayetlerin onu rahatsız etmediğini fark ettiğinde kendini durduramaz çünkü insanlar da durmuyordur.


Biraz spoiler gibi olacak bazı hayran olunası sahnelerden bahsetmek istiyorum. Merdivenlerdeki dans sahnesi zaten harikaydı artık onu duymayan kalmamıştır. Ama Arthur’un kendini buzdolabına kapattığı sahne de ayrıca çok iyiydi. Popüler çizgi roman uyarlamalarından çok ayrı bir yere sahip bu film. Özellikle ağır drama olması ve bize anti kahraman Joker’i veren bu hikaye kendini fazlasıyla sevdiriyor. Batman’ın çocukluğuna da yer veren film bize aslında intikamını almaya çalıştığı babasının pek de masum olmadığını da söylüyor. O yüzden her anlamda bize çok şey anlatan bir film. Joaquin Phoenix oyunculuğunun da iyi bir Joker olmasıyla sinema tarihinde yerine aldı.



25 Ekim 2019 Cuma

Midsommar


 90 yılda bir gerçekleşen Ritüelleri izlemek ve bu konuda tez yazmak isteyen bir grup arkadaş farklı olabilecek bu tatile çıkarlar. Aralarından biri kendi ailesinin de yaşadığı bir komün yaşam grubuna arkadaşlarına tanıtmak için onları davet eder. Dışarıdan gelen başka davetliler de vardır ve hepsi gayet misafirperver karşılanır.




Gruptakilerden biri de Dani isimli bir kızdır ve film onun hikayesiyle başlar. Dani ailesini kaybediyor, sevgilisini sürekli yanında istemesi ve destek beklemesi gayet normal. Ama çocuk başından beri ayrılmak istiyor ve zor anında kızı bırakamıyor vicdanı yüzünden. Sırf bu yüzden istemese bile arkadaşlarıyla çıkacağı seyahat için kızı da çağırıyor. İlişkileri zaten sağlam bir temele sahip değil. İnsanlar ölürken verdiği şok olma tepkisi tamam ama sevgilisini bir ritüel için başka bir kadınla ilişkiye girerken görmek nasıl kusma etkisi yaratıyor anlamak zor. Ailesini kaybettikten sonra sevgilisine bu kadar anlam yüklemiş olması ki o kadar soğuk davranmasına rağmen ilginç.
Film için korku filmi diyorlar ama gerilim ve tedirgin edici demek daha doğru. 


Bazı sahneler var ki bakılamıyor valla. Sürekli uyuşturucu madde yada içeceklerin ve yiyeceklerin içlerine konulan kafa yapıcı şeyler kullanılmasından mı bilemedim ama güneş hiç batmıyor filmde. Hoş bu korku filmi için karanlığa ihtiyaç yok bakın demek. Muhteşem bir doğa, rengarenk çiçekler, herkes beyaz giyinmiş ne olabilir ki deyip güven duyan bir grup arkadaş. Yönetmen her şey olabilir bakın demeye etraftaki işaretler ve resimlerle vermeye başlıyor zaten. Sonra aşırı iyi insanların aslında nasıl da canavar olduklarını, yaptıkları o pagan ayinlerinin altında yatan inançlarının nasıl da kokuşmuş şeyler olduğu ortaya çıkıyor.


Romantik ilişkiler, arkadaşlıklar, aileler sorgulanıyor film boyunca. Psikolojik ağırlığı çok fazla olan Dani karakterinin tüm birikiminin öfke olarak patlaması kaçınılmaz tabii ki. Ben çok beğendim filmi kaçırılmaması gereken bir yapım benden söylemesi.



US



Kendi evinde saldırıya uğramak bir korku filmi klişesidir ama saldıran eğer senin gölgense bak işte buradan harika bir hikaye çıkıyor. Üstelik öyle çocuğumu, ailemi koruyayım falan yok herkes kendi gölgesi ile savaşacak. Bunca yıl biz görmezden gelindik diyerek insanlara savaş açıyorlar. Biz onca zaman yer altındaydık şimdi sıra sizde falan da demiyorlar. Direkt öldürmeye programlanmışlar. Önce sadece bir aile ile ilgiliymiş gibi geliyor olay ama sonra tüm ülkeyi sardığı anlaşılıyor.


Film için insanlar kendilerinin kötü taraflarıyla savaşıyor falan gibi yorumlar yapılıyor ama çeviri ile mi alakalı anlamadım. Gölge diyorlardı çünkü benim izlediğimde. Ki bu hali bence daha iyi. Herkes kendi kötü tarafıyla savaşıyor fikri saçma zaten kötü olanlar için nasıl anlatılacaktı acaba. Neyse film korku değil gerilim ve müzikleriyle harika bir yapım. Çocuk oyuncuların da marifetlerine diyecek bir şey yok. Ben çok severek izledim ve kaçırılmaması gerektiğini düşünüyorum valla.


Karakomik Filmler



Cem Yılmaz maalesef Gora filminden sonra çıtayı hep biraz daha düşürdü. Ama bu son film gerçekten rezalet. Öncelikle sürekli başka filmlere gönderme yapmasından seyirci bile bıktı ama inatla bırakmıyor. Hayır dese ki ben artık ‘Korkunç bir film’ gibi seriler yapıcam tamam abi der çekilenleri anlamaya çalışırız. Ama resmen bokunu çıkardı. Biraz Hollywood biraz Yeşilçam derken usandık vallahi, araya Bollywood katmıyor diye sevineceğiz neredeyse.


Ayzek diye bir karakterin hikayesi ilk film. Sadece bu karaktere yönlenmiş olsaydı gerçekten farklı ve güzel bir iş çıkabilirdi ama onun hikayesini bile öyle saçma sapan bağladı ki, karakter değişimine kimse bir anlam veremedi. Bir de iki film falan diyor en çok o sinir bozucu. İki film değil üzerinde uğraşılmamış iki hikaye var ortada sadece, sanki tv filmi.


Mesela ikinci filmde Organik yaşam olaylarıyla dalga geçecek gibi duruyor. İyi de şakalar yapılıyor konu üzerine ama bir anda saçma sapan uzaylı olayına bağlanıyor. Halbuki başladığı gibi devam etse belki daha iyi şeyler çıkacaktı. Koskoca Cem Yılmaz’ın bok şakaları yapıp durması ayrıca saçma. Bak koy o şakaları Recep İvedik filmine sırıtmaz; çünkü oradaki karakter için normal bunlar ama yani senin gibi adamın filminde sürekli bok şakası pes yani.


Can Yılmaz neden oyunculuk yapmakta ısrar ediyor anlamıyorum, yani neden ısrar ediyorsun abini oynatmakta bu kadar belli ki olmuyor. Sürekli aynı oyuncu ekibinde ısrar ediyorsun tamam anladık ama elinde Bala, Nilperi, Uraz gibi komedi de harika işler çıkarabilecek insanlar varken bu kadar basit roller yakışmamış yaaa. Vallahi filmde tek komik şey elektronik sigara ile yapılan şakaydı ki o da yine gönderme yapılan bir şakaydı. Ne versek olur nasılsa deyip şu kötü filmleri piyasaya sürmeyi bırakın artık.



Cinayet Süsü



Baştan söyleyeyim Ölümlü Dünya kadar harika bir film değil. Ama komik ve eğlendiriyor yine de. Feyyaz Yiğit ve Cengiz Bozkurt sanki hep aynı komik adamı oynuyor gibiler. Binnur Kaya zaten her rolü ile harikalar yaratan bir kadın. Uğur Yücel normal bir amir modun da olsa da olur olmasa da anlayacağınız. Mehmet Özgür nasıl her defasında bu kadar karizmatik durabiliyor onu anlamıyorum ama adam iyi arkadaşlar diyecek bir şey yok.


Senaryo bakımından da basit şeyler üzerine verilen beklenmedik tepkiler üzerine yapılan şakalar yine revaçtaydı. Tahmin edilmesi zor olmayan durumlar yaşanıyor her defasında filmde ama eğlendiriyor. Bazı yerlerde kahkaha atmadım desem yalan olur. Finalde güzel bağlandı durum netice de bu ülkeden seri katil çıkmaz. Ama tekrar ediyorum öyle Ölümlü Dünya gibi 2-3 kez izlenmez maalesef.


Konusu;
Cinayet büro ekibi İstanbul’un tarihi yerlerine bırakılmış süslü cesetler yüzünden artık bir seri katilin peşindedir. Bu yüzden Amerika’dan bu konuda deneyimli olan Dizdar isimli bir polis atanır ekibe. Kendince taktikleri olan Dizdar ekip tarafından garip bulunur. Ama ekipteki Asuman ile hemen yakınlaşırlar. Ankara’dan gelen bazı uzmanların da yönlendirmesiyle baskınlar yapıp dururlar. Ama bir türlü katili yakalayamazlar.



18 Eylül 2019 Çarşamba

Romance is a Bonus Book



Tatlı mı tatlı bir Kore dizisi. İçinde kitaplar da olunca tadından yenmez bir hal almış. Hele hele dizide kadınların giydiği kıyafetleri de görseniz bayılırsınız. Her bakımdan izlenmesi için sebepler veriyor dizi. Aşk zaten olabildiğince güzel, ee daha ne olsun.


Dizide ki sevimli çiftimiz çocukluk arkadaşı. Ama erkek aralarında ki yaş farkı sebebiyle de bir türlü kadına açılamamış. Kadın da gidip ona ilk seni seviyorum diyenle evlenmiş doğal olarak. Ama evliliği yolunda gitmemiş ve boşanmaya karar vermiş. Hiç kimseye söylemeden hayatını düzene sokmaya çalışıyor ama hamileliği döneminde uzak kaldığı iş dünyası onu bir türlü kabul etmiyor.  Hatta gizlice çocukluk arkadaşının evinde kalıyor. Sanki ona temizlik için birini bulmuş gibi yapıyor ama bütün işleri kendi hallediyor. Sonunda dayanamayıp CV de ki iş tecrübelerini silip daha vasıfsız olacağı bir işe başvuruyor. En yakın arkadaşının editör olarak çalıştığı yayınevine. Bir şekilde işe koyuluyor ama kayırma olmuş gibi sayılmasın diye birbirlerini tanıdıklarını söylemiyorlar iş yerinde. Arkadaşı onu evinde gizlice yaşarken de bulunca gel ilk maaşını alana kadar kalabilirsin diyor.


Yıllardır gizli gizli sevdiği arkadaşı ile hem iş yerinde hem de aynı evde olunca adam acayip mutlu oluyor ama bir türlü söyleyemiyor onu sevdiğini. Ta ki bir kitap kapağı tasarımcısı da kadına aşık olana kadar. Kıskançlık araya girince işler değişiyor. Hem rekabet başlıyor hem de kaybetme korkusu.

Kadın ve adam’ın aşkı zaten izlenmesi için yeteri kadar sebep veriyor ama bir de yan karakterler var. Yeni stajyerler, diğer editörler, asistanlar falan derken her karakter ayrı bir macera ile dizide yer alıyor. Ama en önemlisi yayın dünyası ve yazarlar hakkında da bazı bilgiler edinebiliyorsunuz dizide. Ben çok severek izledim vallahi kaçırmayın derim.



17 Eylül 2019 Salı

Sibel



Konuşma engelli bir kız olan Sibel insanlarla iletişimini kuş dili yani ıslıkla sağlamaktadır. Herkes gibi çay toplayıp, ev işleriyle ilgilenen birisidir ama engelli olması onu diğer genç kızlardan ayırmaktadır. Kendi kız kardeşi bile onunla iletişim kurmaz ve köyün diğer kadınlarının arasında kendince var olmaya çalışır. Sibel de köyden uzakta yalnız yaşayan bir kadını ziyaret edip ona yardımcı olarak ve kurt avı kurarak geçirir zamanını. Biraz klişe olacak ama işte köye gelen bir yabancı (Ali) Sibel’in hayat düzenini değiştiriverir. Ali kendisinin asker kaçağı olduğunu söyler ve saklanması için yardım ister. Sibel ormanda karşılaştığı Ali’nin yaralanmasına da sebep olunca onu saklayıp yardımcı olmaya karar verir.


Buraya kadar her şey biraz klişe olarak devam ediyor. Ama ara ara öyle sahneler var ki sevdiriyor kendini film. Mesela Sibel’in babasıyla beraber yolculuk yaptığı kısım da arabayı kızının kullanması ve babanın sigara yakıp kızına uzatması. Aralarında gayet iyi bir baba kız ilişkisi varken, komşuların ve küçük kızının söyledikleriyle kızına karşı tutumu gittikçe değişiyor. Özgürce sokaklar da gezebilen bir kızken bir anda babasının kızının üzerinde ki egemenliği baskınlaşıyor. Sibel toplum içinde kendince yer bulmaya da çalışıyor ama konuşamaması onun evlenememesine sebep olduğu için uğursuz olduğunun da söylenmesine sebep oluyor. Daha okulu bile bitmemiş kızların evlenmek için acele etmesi onun için yanlış bir seçim ama insanlar kıskançlığı yüzünden böyle düşündüğünü söylüyor.


Ali’nin kaçak olma sebebi film de biraz kaygılı bir tutumla karşı karşıya kalıyor. Çünkü önce asker kaçağı deniyor, sonra terörist ama bu karaktere dair net bir şey yok. Sadece Sibel’in cinsellik ile tanışmasına vesile olan biri olmaktan öteye gitmiyor. Siyasi bir şeyler söylemekten kaçındılar mı yoksa bu Sibel’in hikayesi Ali onun hayatında ancak bu kadar var mı demek istediler bilemedim. Film de babanın o genelleşmiş yapıdan kurtulmasıyla güzel bir final yaptılar ama keşke köyün kadınlarında da bir değişim olsaydı da kadının kadına uyguladığı şu baskıya da iyi bir dokunuş yapmış olsalardı.



Dix Pour Cent ( Call My Agent )



Bir Fransız dizisi ve Menajerimi Arayın gibi bir ismi olduğu için vasat gibi duruyor. Ama birçok ünlü Fransız oyuncunun konuk olarak katıldığı dizi tam anlamıyla harika bir yapım. Menajerler öyle şeyler ile uğraşıyor ki artık bu da olmaz dedirtiyorlar. Hem ajanslarını ayakta tutmaya çalışıyorlar, hem yeni yetenekler bulmak için çabalıyorlar, hem de oyuncu ve yönetmenlerin kaprisleriyle baş ediyorlar.


Bayağı ünlü oyuncular konuk oyuncu olarak geliyor diziye ve kendilerini komik durumlara düşürüyorlar. Bu dizi biz de çekilse buna cesaret edebilecek oyuncu bulamazlar. Rolünden çıkamayan bir oyuncuyu ikna etme çabaları var, öpüşmek istemeyen oyuncu var, rol arkadaşıyla kavga eden var. Mesela bir kadın oyuncuya yaşlı bulunduğu için rolü alamadığını kırmadan söylemesi gerekiyor menajerin. Sonra acaba estetik mi olsa deniyor ve olaylar karışıyor. Bir bölümde anne kız olan iki oyuncuya film teklif ediliyor ama kesinlikle beraber çalışmak istemiyorlar. İkisi de açıkça söyleyemediği için yönetmen kendilerinden vazgeçsinler diye uğraşıp duruyorlar. Bu ve buna benzer olaylar sadece işleriyle ilgili olanlar.


Tabii ki bir de özel hayatları var. Yıllar önce görüşmediği kızı ajansın da işe giren var, lezbiyen olmasına rağmen patronu ile tek gecelik ilişki yaşayıp hamile kalan var, resepsiyoniste aşık olup ünlü olması için çabalayan var. Sürekli bir çatışma halinde olan ilişkileriyle hepsi birbirinden beceriksiz bu ajans çalışanları sadece işleri söz konusu olunca bir araya geliyorlar. Ortaklıkları sürekli sekteye uğruyor ama bir şekilde yine de bir arada kalmayı başarıyorlar.


Konuk oyuncular arasında en sevdiğim bölümlerden biri hastası olduğum oyuncu Isabelle Huppert’ın yer aldığı bölüm. Çok çalışmasıyla arada dalga geçilen bölümde, aynı iki projeye birden söz vermesi ile menajerlerin ceza ödememek için oyuncuyu her iki yapımı da yetiştirmeye çalışması çok komikti. Juliette Binoche, Monica Belluci, Cecile de France gibi birbirinden iyi konuklarıyla çok güzel bir dizi.



She's Gotta Have It





Spike Lee’nin 1986 yapımı aynı ismi taşıyan filminden uyarlanan bir dizi. Siyahi bir kadın olan Nora’nın özgürce yaşamaya çalışmasının hikâyesi. Özellikle siyahi olduğunu belirttim çünkü dizinin ikinci sezonu tamamen bunun üzerine kurulu. İlk sezonda ağırlıklı olarak üç sevgilisi ile olan ilişkisi üzerinde duruluyor. Nora bir tanesi ile yetinemiyor, çünkü ne istediğini bilmiyor. Ataerkil tavırları bir adam mı, seksi bir fotoğrafçı mı, yoksa sadece eğlence için vakit ayıran komik bir adam mı?


Üç sevgilisini de bazı konularda deniyor. İlişkide ki tavırları Nora için önemli ve nasıl birisi ile olmak istediğini bulmakta yardımcı olacak. Mesela oldukça kısa şık bir elbise giyiyor ve onlarla gece dışarı çıkıyor. Biri çok seksi bulup onunla görünmekten hoşlanıyor, diğeri bacaklarının üzerine ceketini atmaya çalışıyor. Nora’nın cevabı ise şahane; etekle baş edemiyorsan bu senin sorunun, benim değil.


Nora aynı zamanda şahane bir ressam. Yaptığı resimler harika ama henüz istediği gibi keşfedilememiş. Bu yüzden geçinmek için bazı işlere giriyor. Öğretmenlik yaptığı bölümü bence izlemelisiniz. Onun eğitim anlayışı pek okullara uyacak gibi değil.


İkinci sezonda lezbiyen bir ilişki yaşıyor ve tek eşli. Ama onun ilişkiye bakış açısı ve sevgilisinin ki pek uyumlu olmuyor maalesef. Daha çok sanata yönelmeyi seçiyor Nora. Fotoğrafçılığı da denemeye başlıyor. Bu arada ilk sezonda ki sevgilileri ile de bağı kopmuş değil. Onlar yine bir şekilde hayatında ve sanatına da katkıları sürüyor. Bu arada filmin en güzel yanı bol bol sanat eseri görmek ve modern sanatın abartılan taraflarına da arada dokundurması.
Feminizm, bol bol sanat, müzik, dans ve aşklarla dolu harika bir dizi. Ben severek izledim ve netflix de dahil olmak üzere çok rahat bulabileceğiniz bir yapım. Bence kaçırmayın, özellikle hanımlar.



25 Ağustos 2019 Pazar



”- Yüreğim şimdi bak, parmaklarımdan damlayacak. Şimdi bak, içimin oynaması benden rüzgar çıkaracak. Sen, sen, senin adın var mı?
– Adım, Neptün olsun.
– Senin adın Neptün olsun, benim de Kosmos. Sol elin başımın altında olsun, sağ da beni kucaklasın.”