29 Temmuz 2017 Cumartesi

A Man Called Ove

Huysuz bir adamın hikayesinin anlatıldığı yapımı izlerken yer yer kendimi buldum vallahi. Düzene ayak uydurmayanların peşinden koşan ve sorumsuzluğa dayanamayan bu adam kesinlikle izlenmeli. Ölen karısının mezarına her gün ellerinde çiçeklerle gidip gününü anlatması zaten içinde bir güzellik barındırdığının habercisiydi. Hayatı boyunca sevdiği herkesi kaybeden bu huysuz adam eşinin kıyafetlerini inatla kaldırmaması ve ondan bir türlü vazgeçememesi artık pes ettiğinin göstergesi. Her intihar girişimin de geçmişine dair anlatılan hikayesiyle daha da sevdiriyor kendini. Bu intihar girişimleri yeni gelen komşuları tarafından her defasında bölününce de yaşamaya istemeden de olsa devam ediyor.
Babasının çocukken ona dediği “bazen insan yaptığı şeyin doğru olduğunu bilmez, sadece hisseder. belki de acıyla ilişkilidir" sözü onun hayatının önemli anlarından biri. Çünkü ona huysuz denmesinin en önemli sebeplerinden birisi de dürüst olması. Kimin için ne düşünüyorsa söylüyor ve gayet rahat bu konuda. Başına gelen tüm olayları da abartmadan yaşıyor; hatta araba sürmeyi öğrettiği komşusu sürekli çok zor diye yakınınca sanki beyin ameliyatı yapıyorsun diye azarlıyor ama hayattaki diğer başarılarını da anlaması için de yardımcı oluyor. Bu huysuz adam bir klişeye de kurban gidiyor tabii ki; kopan intihar ipini aldığı yere götürmek gibi. Ama zaten bu huysuzun hayatın tüm sıradanlığına karşı verdiği tepkileri anlatıyor film. Bence kesinlikle izlenmesi gereken filmlerden.

Toz Bezi

Filmin aldığı ödüller bir yana, oyuncular bir yana ama beni en çok etkileyen senaryoydu. Öyle şeylere  dikkat etmiş ki yönetmen resmen izlerken bayıldım. Mesela kadının pahalı olur diye aileyi taksiye bindirmek istememesi ve kocasının kızışı, temizliğe gittiği kadınının evinde sende bizimle otur dendiğinde eğreti duruşu, kadının yeni komşusundan bahsederken ‘çok hanım efendi hiç Kürt demezsin’ demesi.. Bu durumlar o kadar bizden ki, izlerken hiç yabancılık çekmedim resmen. Ailemizde, akrabalarımızda, komşularımızda şahit olduğumuz bir çok sahne vardı filmde. Yönetmenin bunları yaşayarak yada gözlemleyerek yakalaması ve filme eklemesine bayıldım.
Kadınlar hep eziliyor erkekler tarafından ya hani. İşte bu film hem erkekler tarafından ezilen, hem de hemcinsleri tarafından ezilen kadınların hikayesi. Tabii ki sadece işçi sınıfında yok bu kadının kadını ezme durumu. Ama işçi sınıfında daha belirgin olduğu için yönetmen iyi ki onlar açısından anlatmış. Serra Yılmaz’ı filmde görmek bu yüzden çok hoşuma gitti. Aradaki farkı anlatabilmek için daha uygun bir kadın olamazdı. Nazan Kesal zaten her türlü rolün kadını ona diyecek bir şeyim yok. Ama ilk kez izlediğim Asiye Dinçsoy’un oyunculuğuna değinmeden geçmek istemem. Bakışlarındaki çaresizlik harikaydı çünkü. Yaşadığı çaresizliği, acıyı öyle bir hissettirdi ki, yakınımda olsa gidip yardım ederdim derken buldum kendimi. Yani film amacına ulaşmıştı benim için, acaba etrafımda var mı böyle birileri dedirtti bana. Yardıma ihtiyacı olan varsa ve gözümden kaçıyorsa üzülürüm vallahi.
Ben ne yazık ki yaşadığım şehre bu tarz filmler gelmediği için netten izledim filmi. Kürtçe altyazısının olmaması benim için kötü oldu anlayacağınız. İmkanı olan bu tarz filmleri vizyondayken izlesin valla, daha çok severler. Kaçırmayın izleyin ben pek bir sevdim filmi.

MASUM

True Detectıve diye bir dizi var çoğunuz bilirsiniz. İşte bu dizi resmen oradan yola çıkarak yapılmış bir yapım. Dizinin başlangıç jeneriği bile benziyor artık gerisini siz düşünün. Üstelik polisiye ve aydınlatılmaya çalışılan bir cinayet var ve bölümler sürüyor işin iç yüzünün ortaya çıkması. Ama kesinlikle kendini izlettiriyor ve merak unsuru hep hâkim. Tabii arada erkenden tahmin edilen kısımlarda yok değil ama yine de bayıldım izlerken diziye. Selda Bağcan şarkısını jenerik müziği olarak seçmeleri de ayrıca bir tebrik edilesi bu arada.
Öncelikle harika bir oyuncu ekibi var dizinin. Hepsi tiyatrocu olmasının da verdiği beceriyle resmen döktürmüşler. Hangi birine hayran kalayım bilemedim. Haluk Bilginer, Ali Atay, Serkan Keskin gibi birçok iyi oyuncuyu aynı dizide seyretmek resmen lütuf izleyiciye. Ama ayrıca belirtmek isterim ki Nur Sürer bir başka iyiydi sanki. Emekli bir komiserin karısı ve iki erkeğin anası olarak kendisinden nefret ettirmeyi başardı rolüyle, takdire şayan. Tülin Özen ise ayrı bir hoştu her zaman ki gibi ve her rolün kadını olduğunu yine göstermiş oldu. Okan Yalabık’ın dizi için bu kadar kilolu olduğunu sanmıyorum ama bir garip durmuş kilo onda alışık olmayınca sürekli izlerken bunu düşündürttü.
Dizinin kurgusu gerçekten çok karışıktı ama yine de insanı fazla yormuyor. Sürekli zaman kavramı değişip durdu. Hep dizinin sonu hakkında parça toplayıp durdum izlerken. Bu yüzden son bölümü gayet gereksiz buldum. Zaten verdikleri ipuçlarını toplayıp vermişler ama sonunda bir şey olur diye izledim yoksa gerçekten yapılmasa da olurmuş. Beklemenin sebebi de bazı soruların cevabını vermemiş olmamaları. Spoiler vermiş gibi olacağım ama mesela anneleri oğlanın hastalığı için sürekli Yusuf’u suçlayıp duruyordu, bunun nedeni neydi. Sinir bozucu şeyler de vardı; Emel kitap olayını nasıl anlamadı. Taner evine girince nasıl 2 dakika da hafiye gibi her şeyi anladı da o kitap olayını çözemedi. Ya da Taner neden inatla adamı öldürmek için peşinden gitti, neden bu kadar hırs yaptı. Birde komiser çocuğu ikisi de ama her kafasını vurup bayılanı neden hemen gömmeye kalkışıyorlar. İnsan hiç mi nabzına bakmaz. Yusuf yerde kaç tane ceset gördü ama hemen koşup nabızlarına baktı. İnsan bu kadar da dikkatsiz olur mu?
Blutv 1 aylık ücretsiz üyelikle diziyi izlemenize izin veriyor. Ama siteye kayıt olurken kart bilgilerinizi istiyor. Vermenizde sakınca yok zira diziyi izledikten sonra üyeliği iptal ettirebilirsiniz. Zaten 2 günde bitirirsiniz. Üyelik kalsın 1 ay için 10 TL versem de bir şey olmaz da diyebilirsiniz ki bu dizi için değer. Zaten sitede filmler falan da var, keyfini çıkartırsınız.

Tereddüt

Kadın hikayeleri tabii ki son zamanlarda sinemacılarımız tarafından çokça tercih edilir oldu. Gerçekten iyi işler de çıkarmayı başarıyorlar. Ne zaman ki kadın hak ettiği saygıyı kazanacak işte o zaman bu filmlere gerek kalmayacak. Hangi sosyal statüde olursan olsun kadın, ataerkil yapı ne yazık ki peşini bırakmıyor. Bu filmde bir çocuk gelinle, doktor bir kadının kocası ile olan ilişkisini anlatıyor.
Öncelikle çocuk geline değinmek isterim. İçinde isyankâr bir kız barındırsa da kocasına ve kaynanasına saygısızlık etmeyen ve hizmette kusur etmeyen biri. Kocası ara ara iyi gösterilmeye çalışılsa da bir çocukla evlenmeyi kabul etmesi ne yazık ki kabul edilemez. Kızın yaşadığı durumu anlatmaya çalışsalar da pek etkili olduklarını söyleyemeyeceğim. Bunun en önemli nedeni de ne yazık ki oyuncu seçimleri. Ecem UZUN daha önce de çocuk gelin karakterini canlandırmıştı Koca Dünya filminde. Bu kız bir kere tip olarak öyle köyde yada taşrada büyümüş birine benzemiyor. İnatla bu kızı bu tarz rollere seçiyor olmaları çok saçma. Üstelik film boyunca profesyonel bir iş çıkarıcam diye sanki tiyatro sahnesindeymiş gibi oynaması da ayrıca fenaydı. Neden kendini bu kadar kasıyor anlamıyorum.
Psikiyatr rolündeki Funda ERYİĞİT ise çok samimiyetsiz geldi bana. Bu kadar donuk olması çok mu gerekliydi. Ama kocası ve arkadaşı ile olan sahnelerde gayet sıcak ve samimiydi. Orada sevgisini de, öfkesini de hissettirdi. Ama hastaları ile neden bu kadar donuk olmayı seçtiler anlayamadım. Belki de yönetmen bekleneni vermek istemedi, çünkü filmin sonu da havada kaldı. Olayın neticelenmesi, Elmas’ın annesi ile yüzleşmesi yada kadının diğer adama kavuşmasını bekledik ama öylece bitiverdi film.
Filmin en önemli detayına gelelim şimdi; cinselliğin de bir kadın için ne kadar önemli olabileceğini anlatmaları. Bir yanda kocası kendisine dokunmasın diye dua eden bir çocuk gelin. Diğer tarafta kocası kendisini tatmin etsin diye uğraşan bir kadın. Çocuk gelin hikayesi dahil edilmese de olurmuş bu filme. Cinsel tatminsizlik yaşayan bir kadının hikayesi yalnız başına da gidermiş. Ama cinselliğin kadınlar tarafından hem bir ihtiyaç hem de zorlayıcı bir şey olabileceğini göstermişler. Çok şey vaat edip biraz da uğradığı sansürün etkisiyle etkisini yitirmiş olsa da izlenebilir bir yapım bence.

8 Femmes

Elle filmini izledikten sonra malum Isabelle Huppert hayranlığım başladı ve filmlerini ara ara izlemeye başladım. En ünlüsü de bu filmdi ve şansımı bu yapımdan yana kullandım. Absürt komedi, polisiye, müzikal ve dahası ne ararsanız var bu filmde. Evin tek erkeği öldürülüyor ve bu sekiz kadından biri katil. Her karakterin kendi hikayesi ve şarkısı var. Aile arası çatışmalar tabii ki olur ama bu kadınların durumu biraz garip. Aralarında tabii ki kıskançlık ve çekememezlik var ama aşk da var. Kim kiminle beraber, kim kime aşık, kim paranın peşinde, kim daha masum bilemiyor insan. Ortaya çıkan her yeni bilgi tüm dengeleri değiştiriyor. Filmin en önemli özelliği ise film de hiç erkek karakter yok, sadece hakkında konuşulan evin erkeği var ama asla sesini duyamıyoruz. Tam bir Fransız filmi tadında izlenebilecek güzel bir yapım, izlemenizi tavsiye ederim.
Konusu;
Noel zamanı eve dönen Suzon ailesi ile güzel bir tatil geçirmeyi planlamaktadır. Ama kahvaltı için bir türlü uyanmayan babasına bakmaya giden kardeşinin çığlığı herkesi şok eder. Çünkü babası bıçaklanarak öldürülmüştür. Evdeki tüm kadınlar şok içindedir ve ne yapacaklarını bilemezler. Yollar kar yüzünden kapalıdır ve kimseye ulaşamazlar. Bu havada kimsenin evlerine gelemeyeceğinin farkına vardıklarında da artık birbirlerini suçlamaya başlarlar. Herkesin bu cinayet için bir sebebinin olduğu ortaya çıkar. Herkes katil olarak birbirini suçlamaya başlar ve kimse suçu üstüne almaz.

Big Eyes

Filmin gerçek bir hikayeden yola çıkılarak anlatılması güzel ama Tım Burton tarafından çekilince insan bir enteresanlık bekliyor. Ama başka bir yönetmeninde gayet de çekebileceği bir yapım çıkınca ortaya insan şaşırıyor. Film kötü değil, gayet de izlenilebilir bir yapım ama Tım Burton tadı yok daha ne diyeyim. Neyse gelelim oyunculara; Amy Adams çok güzel bir kadın malumunuz ve sarı saçlarıyla yine çok hoştu. Ama oynadığı karakter özgüveni eksik bir tip olduğu için bu güzellik biraz fazla gelmiş. Çirkin ve ezik bir tip olsaydı daha inandırıcı olabilirdi. Dönemin şartları diyelim hadi kadın ressamlar ciddiye alınmıyordu desek onu da veremediler ki filmde kabul edelim durumu. Ama Christoph Waltz kesinlikle çok iyi bir seçim olmuş. O uyanık, yalancı ve çıkarcı karakteri o kadar iyi oynamış ki bayıldım. Filmin en güzel yanı büyük gözlü çocuk resimleriydi tabii ki.. Her birine hayran kaldım, keşke benim olsaaaa…
Konusu;
Margaret ilk kocasından boşanıp, kızını da alıp başka bir şehre taşınır. Burada kendi yaptığı resimleri sokakta satarak geçinmeye çalışır. Ama beklediği ilgiyi göremez bir türlü. Sokakta tanıştığı bir başka ressam Walter ile çok iyi anlaşır ve hemen evlenme kararı alır. Walter kendi resimleriyle beraber Margaret’in yaptığı resimleri de sergilemeye başlar. Bir yanlış anlaşılma sonucu Margaret’ın kendi tarzı olan ‘Büyük Gözlü Çocuk’ tablolarını Walter’ın yaptığını zannederler. Walter da durumu değiştirmek yerine kendi lehine kullanır. Pazarlama dehası ile birlikte Margaret’ı da ikna edip tabloları kendi adıyla satmaya başlar. İşleri çok iyi gittiği için başlarda durumu kabullenen Margaret, gittikçe rahatsız olmaya başlar. Kendi resimleriyle bütün övgü ve ünü Walter’ın alması onu rahatsız etmeye başlar. Margaret kızına ve arkadaşına dahil yalan söylediği için artık bu yalanlara söz vermek ister ama Walter’ın bunu kabul etmesi imkansızdır.

Bonnie ve Clyde

Yayınlandığı dönem için yaratıcı ve güzel bir yapım. Ama bugün bile hala bir çok çiftin kendilerini Bonnie ve Clyde benzetmesi yapmaya çalışması merakımı cezbetti. İzledikten sonra ise bu mudur yani demeden duramadım. Kendilerine örnek aldıkları ve olmak istedikleri çift bu kadar mı yani. Ne şimdi bu kapitalist sistemi mi eleştirmişler, robin hoodluk mu yapmışlar. Kadının hayatından sıkıldığı ve adamla tanışıp günü birlik bir hayat yaşamasına mı özeniyor bu kadar insan. Haa bir de hırsızlık yapıp, adam öldürüyorlar. Ve aralarında romantizm adına gram bir etkileşim yok. Özenilecek bir yanlarını bulamadım ben açıkçası. Ama bu film eleştirim değil sadece bu yapımın bu ergence durumuna kızgınlığım.
Gerçek kişilerin hayatını anlatan ve birkaç yıllık bir kaçış öyküsünü 2 saatlik bir filme sığdırmasıyla başarılı bir yapım. Bir kaçış öyküsünü güzel bir yol filmi tadında olması ile ayrıca sevilesi. Sadece Bonnie ve Clyde değil diğer karakterleri de ilgi çekici, özellikle Buck ve sinir bozucu karısı Blanche. Yıllarca kaçıp yakalanmamalarına rağmen film de çok şans içi kurtuluyorlardı polislerden. Hatta beceriksizce bir kaçış sergiliyorlar her defasında. Daha güçlü tipler olabilirlerdi bence. Polis onları yakalamadıkça ve tüm suçları onların üzerine attıkça ünleniyorlar. Belki de bu yüzden abartılmış bu insanlar. Yoksa kimseye herhangi bir yardım ettikleri yada kendilerince iyi bir iş yaptıkları söylenemez. Ama karakterlerin geçmişleri hakkında daha detaylı bilgilere sahip olsaydık onların bu hayatını kabul edebilirdik tabii.Yine yapım yılı sebebiyle kült bir yapım olması normal diyelim ve izlenesi diyerek noktalayalım.
Konusu;
Bonnie sıkıntıdan bunaldığı bir gün pencereden baktığında bir adamın annesinin arabasını çalmaya çalıştığını görür. Aşağı inip adamı uyarır ve aralarında sohbet etmeye başlarlar. Bonnie tanıştığı adamın hapisten yeni çıkan bir mahkum olduğunu öğrenince korkmaz ve onunla yürümeye başlar. Clyde ise yeni tanıştığı kadının farklı biri olduğunu düşünür ve yaşadığı hayata ait olmadığını fark eder. İkisi de farklı hayatların peşindedir ve birlikte yola çıkarlar. Clyde hırsızlık yaparak yola devam eder ve Bonnie de ona ayak uydurur. Daha sonra yanlarına arabalardan anlayan CW ve Cylde’ın abisi ve karısı da eklenir. Bonnie bu grubun içinde mutlu değildir ama her defasında Clyde için duruma katlanır. Polis sürekli kaçan bu çetenin peşindedir ama her defasında elinden kaçırır. Gazetelerde kendileri hakkında çıkan haberleri takip ederler ve her suçun kendilerine yıkıldığını fark ederler.

Çalgı Çengi İkimiz

İlk film malum internete düştükten sonra fark edilmiş ve absürt komedi türüyle bayağı ilgi görmüştü. Ahmet Kural ve Murat Cemcir’i hayatlarımıza sokmuştu ve iyi de yapmıştı. Sonra ikili olarak devam ettiler ve çalgı çengi tadı aynı kıvamda devam etti. Bu filme sinemada izleyecektim ama sosyal medya da pek bir karalamışlardı. Bende açıkça söyleyeyim Selçuk Aydemir’in kalemini hiçe sayıp izlemedim filmi. Sonra nette denk gelip izledim ve büyük hata etmişim anladım. Tam çok harika bir yapım değil belki ama yine de izlenesi bir yapımmış. Özellikle yaratıcı küfürleriyle çok eğlenceli bir yapım olmuş bence. Film de bir tek Rasim Öztekin’in karakterini sevemedim. Olmasa da olurmuş bence çok da gereksiz bir ayrıntı olmuş tiplemesi. Ayhan Taş’ın karakterini de fazla abartmışlar. Ama Burak Satibol’un karakteri güzeldi bak ona lafım yok. Çekyatcı çete iyiydi bence diğer ekibi yanlarına eklemeseler de olurmuş. İlk film sade ve daha gerçekçi bir yapıdaydı o yüzden bu kalabalık kadro ve bütçe samimi gelmemiş belli ki insanlara ama ben severek izledim.
Konusu;
Gürkan ve Salih mafyanın ayarladığı düğünlerde şarkı söylerler. Paralarını almakta sürekli sorun yaşarlar ama korkularından seslerini çıkartamazlar. Salih evlenmeye karar verdiğinde de artık mafyadan çıkmaları gerektiğine karar verirler. Mafya lideri İsmet son göndereceği düğünden nikah memuru Samet’i kaçırırlarsa mafyadan çıkabileceklerini söyler. Yaptıkları plan sonucu olaya çekyat çetesi de dahil olunca adamı kaçıramazlar. Ama Samet onları şarkı söylerken çok beğenir ve onlara albüm yapmak ister. Gürkan ve Salih kaçırmayı düşündükleri adamdan böyle bir teklif alınca ne yapacaklarını şaşırırlar. Peşlerinde mafya olunca bu olayı nasıl kendi lehlerine çevireceklerini bulmaya çalışırlar.

Dağ 2

Filmin ilk dakikalarında IŞID’ın elinden kurtarılan gazeteci sahneleri çok iyiydi. Bu kıvamda devam etseydi harika bir film olabilirmiş. Ama ne yazık ki abartılı bir savaş filmine dönüyor. Murat Arkın her atış öncesi söylediği özlü sözler o kadar bayıyor ki neden film de böyle gereksiz bir ayrıntı var anlayamadım. Duygu soslu repliklere her zaman gıcık olmuşumdur maşallah bu filmde onlarla doluydu. Askerlerin eğitim sahneleri güzeldi ellerinde güzel bir malzeme varmış keşke araştırıp daha çok ayrıntı verselermiş. Gazeteci kızın savunduğu görüşleri zekice yazılmış bir senaryo ile harmanlayabilirlerdi. Ama asker bakış açısı ile yapılan bir film olduğu için pek etkili konuşturmadılar kızı. Filmin sonunda bir avuç askerin o kadar teröriste karşı savundukları köy sahnesi bana hiç inandırıcı gelmedi fazla abartılıydı kusura bakmayın.
Milliyetçi duyguları kabartmayı başarıyor tabii ki bazı sahnelerde. Ama kimseye fark ettirmeden diplerine kadar girip kızı kurtarıyorlar ama dönüş yolunda adım başı bir sorunla karşılaşmaları pek inandırıcı değil. Diyelim ki başlardaki kısımları vermediler belki hikayenin ama adamlar jilet kaydı tıraşla geziyor ve üstlerinde de tek bir toz yok. Bari biraz inandırıcılık bakımından bu kısımları atlamasalardı. Bir Türk filmi için iyi ama denmesini de kabul etmiyorum. Türk filmi olması kalitenin zorlanması gerekmediği anlamına gelmemeli. Mantık hataları ve zorlama sahneleri hak etmiyor Türk izleyici. Aptal yerine koymayı vaz geçip daha kaliteli filmler yapmalılar.

Dangal

Aamir Khan diyorum ve kendimi her karesini yine övmeden duramayacağım bir film diyorum oyyyy. Adam yine döktürmüş ve öyle sade bir şekilde yapmış ki gel de hayran olma. Bu film için önce kilo almış sonra kısa sürede sıkı bir diyet ve sporla geri formuna dönmüş. Neden önce kilolu sahneleri çektiğini sorduklarında da tembellik edip kiloları vermemekten korktuğu söylemiş. Boşuna bay mükemmel demiyorlar kendisine. Film de kızlarını oynayacak kişileri için binlerce kişi arasından seçim yapılmış. Bence çocuk oyuncu seçimleri harika olmuş. Kızların babalarını her istediği şeye verdikleri şaşırma tepkileri, korku dolu halleri ve yorgun her düştükleri sahnede hallerine çok üzüldüm. Çok inandırıcı ve sevimliydiler. Aamir Khan’ın acımasızca çocukları çalıştırdığı sahneler de çok inandırıcıydı. Resmen böyle bir karakterde görmek şaşırtıcıydı malum hep başından beri sevilen tiplerdedir filmler de, burada ise sonradan değeri anlaşılan bir babayı oynuyordu. Hindistan da insanların ne diyeceğini umursamadan kızlarını üstelik erkek sporu olarak görülen güreş konusunda çalıştırmak yürek isteyen bir durum ve tabii ki bunu Aamir Khan filmi anlatırdı sadece. Bayılarak izlediğim bir bollywood filmi ama sadece hint filmi severlerin değil herkesin izlemesi gereken ve gerçek kişileri anlatan bir yapım.
Konusu;
Mahavir güreşe gönül vermiş bir adamdır. Zamanından iyi bir güreşçiyken kimseden destek göremediği için ve artık kendi geçimini sağlamak zorunda olduğu için normal bir işe girer. Evlenir ve bir oğlu olmasını çok ister. Oğlu olursa onu çalıştırıp sonuna kadar destekleyecek ve ülkesi için madalya almasını sağlayacaktır. Ama sürekli kızı olur ve köylülerden de erkek çocuğu olabilmesi için eski kafa akıllar bile almaya başlar. Tam ümidini kesmişken bir gün eve geldiğinde komşularıyla karşılaşır. Komşuları oğullarının dayak yemesinden şikayetcidir ve onları dövenler Mahavir’in kızlarıdır. Mahavir duruma çok şaşırır ama çok da sevinir. Artık kızlarını çalıştıracaktır güreşçi olabilmeleri için. Köylüler tarafından çok garipsense de durum Mahavir hiç umursamaz ve kızlarını gece gündüz çalıştırır. Kızlar yaşadıkları yorgunluk ve durumdan çok rahatsızdırlar. Her defasında kaçmanın yolunu ararlar ama babalarını vazgeçiremezler. Sıra maçlara çıkmaya gelince aldıkları başarılar da onları tatmin etmeye başlar. Babaları sayesinde iyi güreşçiler olurlar ama kazanmak istedikleri çok madalya vardır.,

Bad Moms

Hangover filminin senaristleri anneler hakkında film yazmış denilince insan bir heyecanlanıyor. Ama gel gör ki hakkını verememişler ne yazık ki.. İzlerken eğlendiriyor ama insan tabii doğal olarak Hangover filmi ile kıyaslamadan duramıyor. Bir kere yaratıcı olamamışlar maalesef. Gayet sıradan olaylar karşısında biraz da boş vermişliği ele almaya çalışan anneler var sadece karşımızda. Okulda ki anne savaşları ise oldukça sıradandı. Bak senaristler Hangover ekibi olmasaydı ve sıradan bir Hollywood yapımı olarak izleseydik az da olsa eğlendirdiğinin kabul ederdik ama maalesef bu kalemlerden böyle vasatlık çıkmamalıydı. Sarhoş olup, süper marketi birbirine katan kadınlar ellerini kollarını sallayarak nasıl çıkıp gidebiliyor onu da anlamış değilim. Ara ara da olsa güldürmüş olmasa daha da gömerdim filmi ama neyse…
Konusu ;
Amy iyi bir anne olabilmek için; yarı zamanlı bir işte çalışmakta ve tüm zamanını ailesine harcamaktadır. Kocasını, onu sanal sex yaparak aldattığını öğrenince evden kovar. Kötü geçen bir günün sonunda çağırıldığı veli toplantısında saçma sapan bir şey yüzünden oraya çağrıldığını duyunca sinirlenir ve diğer anneleri azarlar. Gittiği barda diğer anne Carla ile karşılaşır ve beraber içerler. Başka bir anne olan Kiki de gelip yaptığı diğerlerini azarladığı için Amy’i tebrik eder. Hep beraber içip bir gecelik sorumluluklarını unutmaya karar verirler. Sabah uyandıklarında Amy artık çocuklarının her işini yapmamaya karar vermiştir. Artık kendi kahvaltılarını hazırlayacaklar ve öğle yemeğini dışarıdan yiyeceklerdir. Süper anne olmanın ona bir şey kazandırmadığını görünce bir de bu yöntemi denemeye karar verir.

The Boss Baby

Animasyon sevmesem de 4 yaşındaki yeğenimle izlemek için seçtik bu filmi. Çok özgün bir konusu var öncelikle. Yaratıcı bir fikirden yola çıkmışlar ve 2 saatte sığdırma çabası olmasa daha da üretken olunabilirmiş. Ben başlarda abinin hayal gücü sandım filmi. Küçük kardeşi kabul edemediği için uyduruyor gibiydi, çünkü sürekli bu vurgulanıyordu filmde. Ama sonra baktım başka bir boyuta sardı film. İzledikten sonra nette şöyle bir yoruma denk geldim ve çok şaşırdım, zira ben hiç o gözle bakmamıştım. Tim doğumda ölen kardeşinin gitmesini hayal gücü ile uydurduğu bu hikaye ile anlamlandırıyor. Bebek istediğine ulaşınca onun eşyalarının ortadan kaldırılması falan da aslında ailenin üzülmemek için yaptığı bir yöntem. Filmi bu gözle izleyince çok üzücü yaa bence öyle değildir. Hem hiç öyle bir imada bulunulmadı. Bence hikayeye Tim’in gözünden bakmak daha güzel. Bence izlenesi eğlenceli bir animasyon kaçırmayın derim.
Konusu;
Tim hayal gücü yüksek bir çocuktur. Anne ve babasının tüm ilgisi üzerindedir çünkü evin tek çocuğudur. Bir gün eve taksi ile bir bebek gelir ve kardeşi olduğunu söylerler. Tim onun diğer bebeklerden farklı olduğunu fark eder ama ailesine bir türlü anlatamaz derdini. Ailesi onun kıskançlık yaptığını düşündüğü için Tim’in söylediklerini umursamazlar. Ama Tim evlerine gelen bebeğin takım elbise giydiğini ve hatta konuşabildiğine adı gibi emindir. Bebeği yakaladığında ise amacını öğrenir ve onun evden gidip anne ve babasını tekrar ona bırakmasını sağlamak için ona yardım etmeye karar verir.

Deli Aşk

Kaman kardeşlerden nedense çok ümitlenmiştim ama yavaş yavaş kendilerini bitiriyorlar. Aynısını Burak Aksak yaptı bak, ne zaman BKM ye girdiler adamlar iyice saçmaladılar. Kendilerinin bir tarzı vardı ve maalesef BKM de öldürdüler bir şekilde. Piyasadan pay elde etmekse dert tamam ama gerçekten iyi bir şeyler yapmaksa dert dökülüyorlar. Kurtarın artık kendinizi şu BKM etkisinden de kendinize gelin yaa. Hadi yaratıcı bir hikaye bulamadınız da gidip iyi kızı bir türlü görememe klişesine dayandınız. Bu kadar bastırılmış espri şekli nedir arkadaş. Vallahi çok nadir iyi espri vardı filmde. Film de sevdiğim tek şey Melodi ve Fuat’ın aşkıydı. Aşırı tatlı bir çifttiler ve kesinlikle izlenesi aşk onlarınkiydi. Bak bu tiplerin hikayesini anlat nasıl da seviliyor. Öyle hem yazıp, hem oynamakla olmuyor bu işler. Bir de bütün film resmen Emrah Kaman’ın karakteri etrafında dönüp durdu. Ne gerek var bu kadar yüklenmeye anlamış değilim. Valla Melodi ve Fuat için katlanılabilir ancak bu filme.
Konusu;
Ekrem 8 senelik sevgilisi Neşe’ye evlenme teklif etmek için büyük bir Show hazırlar. Ama Neşe çok bozulur ve teklifini kabul etmez. Onu bencil, düşüncesiz ve tembel olmakla suçlayıp terk eder. Fuat arkadaşı Ekrem toparlansın diye sevgilisinin de verdiği akılla onu psikoloğa götürür. Faydasını göremeyince onu alıp pavyona götürür. Pavyonda çalıştığı Zeynep, Ekrem ile arkadaş olur. Ekrem Neşe’yi tekrar kazanmak için uğraşmaya karar verir. Ama Neşe’nin yeni sevgilisi olduğunu duyunca bozulur. Zeynep sürekli Ekrem’in yanındadır ama onun sürekli Neşe’den bahsetmesine bozulur.

25 Temmuz 2017 Salı

Fleabag


Ben böyle hayatı boş vermiş gibi görünen tiplere nedense bayılıyorum. Herkes gibi olamamak ve bir yandan da normal olarak benimsenmiş şeylere özenmek. Hayatta kalabilmek için insanların utana sıkıla başvurabileceği şeylere sıradan bir şeymiş gibi yaklaşabilmek gerçekten bir başarı. Bu dizideki karakterimiz eğlenceli takılmaya çalışsa da içten içe barındırdığı hüzün ile baş etmeye çalışıyor.

Ailesi tarafından bir türlü kendi ayakları üzerinde duramayan ve başarısız bir kadın olarak görülen Fleabag kimseyi ciddi almıyor. Herkes hakkında bir yorumu var ve kimse ile anlaşamıyor. Sevgilisi ile bir dargın bir barışık bir ilişkisi var. Ablası ile samimi bir ilişki kuramıyor bir türlü. Babası annesinin ölümünün ardından annesinin en yakın arkadaşı ile evlenince de araları iyice bozulmuş. Üvey annesi de onu sürekli aşağılayan ve eziklemeye çalışan bir kadın. En yakın arkadaşını da bir trafik kazasında kaybedince iyice yalnız kalıyor.

Tüm bunlara rağmen sürekli her şeyle alay eden ve sık sık ekrana dönüp seyirciye karşısındaki kişinin aslında iç sesinin ne dediğini bize anlatan bir karakter. ‘Seks takıntım yok, seks hakkında düşünmeden duramıyorum o kadar’ diyen cesur bir kadın üstelik. Sürekli sürdüğü kırmızı ruju ve o mimikleri öyle tatlı ki görülmeye değer. Başroldeki Phoebe Waller-Bridge aynı zamanda dizinin senaristi. Ve şöyle bir diyalog var dizide;

- bir mezarlığın çevresinde koşu yapmak gerçekten uygunsuz.
- Niye ?
- yaşıyorsun diye hava atıyorsun resmen.

Her haliyle sevilesi bir karakter var karşımızda ve özellikle kadınların izlemesini tavsiye ederim. Dizinin tek kötü yanı sadece 6 bölüm sürüyor olması ve ne yazık ki en fazla 25 dakikalık bölümlerden oluşması. Umarım 2.sezonu gelir ve doyarız bu deli kadının hallerine.

Frances Ha

Yaşadığı arkadaşlığı ölümüne sahiplenen ve yaptığı fedakarlıkları elinde patlayan genç bir kadın Frances. Arkadaşı için sevgilisini bile silebilecek çocuksuluk da ama karşılığında aynı tepkiyi göremeyince şaşıracak kadar da saf. Ama filmin en güzel etkisi bu işte bize bunu ağır bir dram gibi sunmuyor. Oldu ve bitti hadi önümüze bakalım dercesine devam ettiriyor hayatını Frances’in. Bir anda işini, arkadaşını, sevgilisini kaybediyor ve sakince ama şaşkınlığını da gizlemeden mecburen hayatına devam etmeye çalışıyor. Kendine yeni bir arkadaş edinme çabaları, girdiği işte tutunmaya çalışması ve sürekli bir kaybeden olarak görülmesi.. Tabii bunda Greta Gerwig da büyük başarısı var. Ne güçlü bir görüntüsü var ne de ezik bir hali. İkisinin de ortasında fark etmeden başına gelen her şeyle baş eden ve bunun farkında bile olmayan bir kadın o. Her insan gibi bu da gelir bu da geçer modunda bir hayatı var aşırı izlenesi. Kesinlikle tavsiye ediyorum izlemenizi.

Konusu;

Frances sevgilisinin beraber yaşama teklifini en yakın arkadaşını yalnız bırakamayacak olduğu için reddeder. Ama arkadaşı Sophia’nın başka bir kızla ayrı eve çıkacağını söylemesi ile şok olur. Daha iyi bir muhit ve daha güzel bir ev söz konusu olunca Frances’ı terk edip başkasıyla eve çıkması Sophia için gayet normaldir. Ama Frances resmen yıkılır ve tek başına evin kirasını ödeyemeyeceği için iki erkekle ayrı eve çıkar. Okulundaki gösteride de yer alamayacağını duyunca işsiz de kalır Frances. Ailesinin yanına dönmeyi de düşünür ama yapamayınca hayatına yeni kişiler sokup, farklı arkadaş gruplarına dahil olmaya çalışır.

Brimstone

Son zamanlarda izlediğim en etkileyici film kesinlikle. Resmen tokat gibi çarpıyor insanı. Kurgusu ve oyunculuklarıyla muhteşemdi. Özellikle Guy Pearce’dan nefret etmek istiyorsanız izlemelisiniz. Öyle iyi canlandırmış ki karakterini filmdeki kötü adamlığın hakkını vermiş. Filmi Kit Harington (Jon Snov) için izleyenler için üzgünüm kısa ve pek etkili olmayan bir rolü var ne yazık ki. Dakota Fanning de iyiydi ama çocukluğunu canlandıran kızın da hakkını yememek lazım; ikisi de iyi iş çıkarmışlar.
Filmin rahatsız edici sahneleri ve konusu var. İzleyen çoğu kişi dini açıdan eleştirmiş. Bak nasıl da insanları etkileyip sömürüyorlar falan demiş. Ama asıl dikkat edilmesi gerekenin adamın nasıl bir pislik olduğu. Zira filmin sonunda da ben artık kurtulamam nasıl olsa cehenneme gidicem nasılsa diyor. Spoiler olmaması için anlatamıyorum ama izlerseniz zaten sizi sarsacak ayrıntıları göreceksiniz. Adamın okuduğu şeyler İncil de gerçekten varsa Hristiyanlığı büyük eleştiriyor tabii ama onu bilemem.
Boğazı kesildiği halde ölmüyorsa adam ve sürekli okuduğu ‘Yalancı Peygamberlere dikkat et’ pasajı ile daha derin bir şeyler mi anlatmak istiyorlardı acaba filmde. Sondaki o ateşle yakma olayının sebebi o muydu yoksa. Hamile kadının çocuğuna olanlar da ayrıca ürkütücü bir detay. Filmin sonundaki kızın bakışı beni bir ürküttü ama neyse. Bir de dili kesilen kişi hiç mi ses çıkartamaz acaba bu da merak konusu. Eğer izlediği filmlerden ağır etkilenenlerden değilsiniz sakın kaçırmayın ve hemen izleyin.
Konusu;
Liz dilsiz bir kadındır ve kocası, kızı ve kocasının ilk eşinden olan oğlu beraber bir kasaba da yaşamaktadır. Kasabada gebelik yapan Liz, kızı ile işaret dili ile konuşur ve insanlara çevirmesini ister. Kasabalarına yeni gelen Peder Liz’i oldukça ürkütür. Geçmişinden gelen biridir ve ailesine zarar vermek istemektedir. Hamile bir kadının bebeğinin doğum sırasında ölmesi ile herkes Liz’i suçlar. Peder de ona karşı kışkırtır insanları. Peder kocasını öldürünce çocukları alıp kaçmaya çalışır Liz. Peder peşlerindedir ve asla vazgeçmeyecektir.